DELİ mi DİLENCİ mi
Her sabah güneşin doğuşuyla birlikte bir-iki saat sokakları dolaşmak büyük bir hazdı benim için.Yeni binalar görmek değildi amacım. O saatlerde sokaklar bir başka temizdi. Bir başka sessizlik,bie başka güzellik olurdu sokak taşlarında. Ara sokaktaki bahçeler, beyazlı-kırmızılı güller bir farklı kokardı. İşe giderken araba yerine yürümeyi tercih etmem çevre ile iç içe olma isteğimdi. İnsanların koşuşturmaları,aşağı yukarı geliş gidişleri büyük zevk verirdi.
Bir lira verdiğim ilk günkü karşılaşmadan sonra, yaşamımda uzunca bir süre yer alacağını düşünmemiştim.Oturup konuşulacak,bazı sorunlar tartı-şılacak biri değildi elbet. Ama gerçek olan,o günden sonra yaşamımda önemli bir yerinin olmasıydı.
" Seni seviyorum "dedi beklemediğim bir anda . böyle bir cümleyle, böyle içten bir söyleyişle karşılaşacağımı tahmin etmemiştim. Aslında bu; beni kendisini koruyan,seven biri olarak gördüğünün bir ifadesiydi.
Herkes onu farklı değerlendirir ve adlandırırdı. Çocuklar için deli Murat, kızlar ve kadınlar için bir dilenciydi. Benim için sadece Murat'tı o.
Otuz-otuz beş arası olduğunu sanıyorum. Hırpani kılıklıydı.Sürekli yana kaymış eski bir şapka,kirli sakalını tamamlıyordu.Sağ gözü sağa iyice kaymıştı. Saçları tarak görmüş müydü, küçükken annesi taramış mıdır ? Sorsam da cevap alamayacağımı biliyordum.Ancak, saç taramanın ne demek olduğunu bilmeyen biri olduğundan emindim. Sağ ayağını dışa yay çizerek atardı.Yerde bir şeyler bulacakmış gibi hep yere bakarak giderdi. Vücuduna göre geniş bir pantolon ve kolları iyice kısalmış bir eski ceket tanıdığımdan beri hiç değişmedi.
Ya valilik konağının önünde ya da tren yolu üzerinde şehir parkına geçit veren köprünün başında karşılaşırdık.Hep aynı saatlerde. Sanki beni bekliyordu.
Bir şeyler paylaşacak biri değildi. Sorulan bir soruya kimi zaman gelişigüzel bir cevap verir, Kimi zaman donuk gözlerle dakikalarca bakar, hiçbir şey söylemezdi.
Bu gün beş lira verdim. Valilik konağının önündeki kanalından, sarı çiçeklerden birini koparıp uzattı. Bu çiçek,verdiğim paranın karşılığı mı, yoksa bir sevgi,bir incelik miydi, kestirmek mümkün değildi.
" Bu Murat deli de dilenci de olamaz." dedim.
Köprüde trenin geçişini seyrederken gördüm. Trene, trenin gidişine bir anlam verebiliyor muydu acaba. Biraz konuştuk.Ama konuşmaktan hemen vazgeçti. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı.Çoğu kişi kuşları seyrediyor sanır.Halbuki kendini sonsuzluğa bırakırdı. O, o an için orada değildi. Ama biliyordum ki başka yerde de değildi. O haliyle bile onu çok iyi anlıyordum. Ne yazık ki insanlar için anlaşılmaz biriydi.
Birkaç gün sonra, valilik önünde çiçek oluğunu yapışmış buldum. Ayağı iki elinin arasındaydı.
- Ne oldu Murat?
- Bak ayağıma...
Kan damlıyordu parmakları arasında.
- Ne yaptın sen ?
- Ben yapmadım.
Delinmiş ayakkabısını gösterdi. Önündeki paslı çiviye dikmişti gözlerini. Sonra çiviyi avucuna aldı, bakarken öç alacakmış gibi soluyordu.
Ramazan ayında şehrin havası farklıdır. Matketlerde oluşan kalabalıklar... Yollarda olduğundan fazla arabalar...
Bir akşam üzeri... İftar saatinin yaklaşması nedeniyle çevrede bir hareketlilik, bir telaş vardı. Yüz metre ötede beni gördü ve bana doğru koşmaya başladı. Koşarken başındaki şapka uçtu.Kafasının sol yanında bir oyuk olduğunu o gün gördüm.Bir elinde şapka,diğer eliyle beni kolumdan çekti. Beni durdurmak için bütün gücünü kullanıyordu.
- Daha dün verdim be adam, dedim sert bir ses tonuyla.
- Para istemiyorum, kandilin mübarek olsun, diyecektim.
Hiç kimseye karşı bu denli mahçup olduğumu hatırlamıyorum.Kimi zaman sıkıntı,kimi zaman utanma,nedeniyle olur ya!Gerçekten sıcak sıcak terledim. Kafası öne eğilmişti. Alttan alttan anlamlı bakışlar karşısında ezildim.Bu zamanda, çıkar kaygısı taşımadan içten, kandilimi kutlayacak kaç kişi vardı ki...
Tren yoluna paralel,uzun ama dar bir sokaktı sokağımız. Her evin bahçesinde renk renk çiçekler hiç eksik olmazdı. Sarı.beyaz,pembe,kırmızı...
sabah saatlerindeki sessizlik içinde yayılan hanımeli kokusu... Bahçe duvarla-
rında sokağa taşmış güllere dokunmak,kokusunu içime çekmek bir alışkanlıktı bende.
Hiçbir sabah havanın boğuculuğu beni bu denli etkilememişti.
Hiç bir sabah erken saatlerde tren yolu boyunca yürümemiştim.Bir şeyler var beni huzursuz kılan,bir güç var ayaklarımı o yöne sürükleyen.
Sabah trenini yakından görmek için inmiş köprüden aşağıya. Acaba önüne geçip durdurmak mı istedi . Dokunmak için mi yaklaştı.Kanlar içinde serilmiş raylara boylu boyunca.
Şimdi ne tren vardı ne insanlar. Üstünü gazetelerle örtmüşler.Ba-şında bir emniyet görevlisi, bir de ayakları dibinde arka ayakları üzerine çömelmiş, gözleri gazetede bir köpek vardı.
Gazeteyi hafifçe araladım. Yanağını toprağa dayamış. Gözleri açık değildi. " Öyleyse gerçekleşmemiş bir beklentisi yokmuş. " diye düşündüm.
Bu kez elleri kimseye değil, gökyüzüne açılmıştı...
Raşit Güneş
DOĞUM VE ÖLÜM
Eşi Raif nelerden hoşlanıyorsa, onlar ön planda olmalıydı. " Kürkler ipekler feda olsun; ama bir basma entariyle de güzelsin. " diyen eşini karşılamak için, pembe benekli siyah çizgili basit bir elbise giydi. Kızı Gonca'yı kırmızı beyaz ağırlıklı giysilerle bezedi. Salon masasının bir ucunda kırmızı,diğer ucunda beyaz güller konmuş iki vazo vardı.Masanın tam ortasına,üzerinde " İkimiz için sen bir tanesin "yazılı pasta konmuştu. Pasta üzerindeki üç mum,Raif kapıdan girerken yakılacaktı.
Akşam yaklaşırken saatler daha çok uzuyor,dakikalar daha çok sıkıcı oluyordu. Babası geldiğinde ayakta olsun diye ayaklarında sallayarak erkenden uyuttu Gonca'yı. Sonra geçti pencerenin önüne,uzakları,ufukları, küme küme kar yığını görünümlü bulutları seyre koyuldu.
Raif, otuz beşine giriyordu. " Benim Fındığım " dediği kızı Gonca ile; isminden çok " Cancağızım " dediği eşi Gül'ün nasıl bir sabırsızlıkla bekleyeceklerini biliyordu. En az evdekiler kadar o da sabırsızdı.
O gün işler çok iyi seyretmişti. Bu; yaş gününün hayrı mı, yoksa fındığını andığı zamanlardaki uğurdan mı. Masasında gözlerini tavana dikmiş; içtiği sigarayı daireler çizmek amacıyla yukarı doğru sallıyordu. Mutluydu. Tanımını yapamayacak kadar mutluydu. İşi güzel...Eşi ve kızı güzel... Hayaller içinde, sigara dumanlarına boğulduğunun farkında bile değildi. "
Ofis görevlisinin "Feribot saati geliyor beyim. " demesiyle daldığı hayal aleminden uyandı. Bir tatlı hazla kulağı uğulduyor,gözleri seyiriyordu."Telaşlanma Hüseyin Efendi,yirmi dakikalık bir yol alt tarafı... " dedi.
Kalktı,paltosunu giydi. Aynaya bir göz attı. Saçları dağınıktı; ancak düzeltmek,taramak gereğini duymadı. Kapıdan çıkarken Gonca'sını saracak anın hazzını yaşıyordu. Her çıkışında bu mutluluğu yaşardı. Ofis çalışanlarına, karısına olan sevgisini ölçecek bir aygıtın olmadığını söylerdi.Zaten hangi sevgi, bir aygıtla ölçülebilir ki. Kızı Gonca'yı daha çok sevdiğini söylediğinde, arkadaşları " Gonca sevgisini ölçmeye kalksan, tüm aygıtlar patlar herhalde. " derlerdi.
Hüseyin Efendi'yle sohbetlerinde "Sevgi kaynağının hayvanlar olduğunu,hayvan sevgisinin insan sevgisini ateşlediğini" anlatırdı. Feribota binmeden, her seferinde iki-üç simit alır, Yalova'ya gidene kadar, parçacıklar halinde havaya fırlatır, martılara yedirirdi.Martıların,simit parçalarını kapmak için aşağıya süzülüşleri, tarifi imkansız bir mutluluk verirdi. Bir an için martıların olmadığını düşündü. Deniz ne kadar anlamsız olurdu. Kuş sesinin olmadığı bir dünyada, insan sesi çekilir olmazdı.
O gün evde kendisi için hazırlanacak masayı çoktan unutmuştu. Eşi Gül'ün : " Bu gün biraz erken gel ." deyişi, bir an için silinmişti beyninde.
Her feribot yolculuğundu olduğu gibi, bayraklı kulenin önünde almıştı yerini.Şimdi ne Gebzedeki ofis, ne Yalovadaki ev vardı.Simit parçacıklarını havaya fırlatırken, martılarla kurduğu dünyada hiçbir yer, hiçbir kimse yoktu. Boşlukta küme küme martılar...Önce yükselen sonra nevaleleri kapmak için aşağıya dalış yapan bu dünya güzeli varlıklara uzanıyor, dokunmak istiyordu.
Son attığı simit parçasıydı. Tekneye değecek kadar yaklaşan iki martıya uzattı ellerini,uzattı kollarını. İyice eğildi, ayakları aniden yerden kesildi.Bir anda denizin metrelerce yükselen köpüklü dalgaları arasında buldu kendini. Feribot metre metre uzaklaşırken dalgalar ve karanlıklar içinde, başında dolaşan martılara elini uzatmaya çalışıyordu.
Dört yıl önce de aynı şekilde denize düşmüştü. O zaman şanslıydı. Güneşin parladığı saatlerde çarşaf gibi bir denizdi. Kolay görülmüş, can simidiyle çekilmişti feribota.
Denize düşüş anını,feribotun karşı köşesinde oturan, yaşlı, gözlüklü, beyaz tülbentli yaşlı bir kadın tanık olmuştu."Denize düştüğünü gördüm" dediği dakikalarda feribot limana yanaşmıştı. Düştü denilen köşede bir el çantası ve telefon kalmıştı. Kaptan çantayı ve telefonu sahil karakoluna teslim ederek son görevini yaptı.
Raif'in eve gelişi geckti. Halbuki bu gece her zamankinden erken gelecekti.Gül salonun ışıklarını söndürdü.pastadaki mumları yaktı. Artık kulağı bahçe kapısındaydı. Gonca Üçlü koltukta kollarını arkaya atkış uyuyordu.Kapı zili çaldı çalacak derken telofonu çaldı.
" Siz Raif Beyin eşi misiniz? "
" Evet,siz kimsiniz? "
" Sahil karakolundan komiser Cemal."
" Komiser mi, karakol mu?.."
İçine, ta yüreğinin bulunduğu yere bir ateş düştü.
" Metin olun. Emin değiliz ama feribottan denize düşen adamın eşiniz olduğunu sanıyoruz."
Gül,artık konuşmayı duymuyordu.Sendeledi, ortadaki süslediği masaya tutunmaya çalıştı.
Ertesi gün sabah gözlerini açtığında,iki polis ve komşular vardı evde. Raif gelmemişti. Mumlar tükenmiş mum eriği ile pasta birbirine karışmıştı.Kimi,polislerden bir şeyler öğrenmek isteyen, kimi Gül'e teselli için gayret eden komşularının uğultularını, Gonca'nın sesi sonlandırdı.
"Anne babam niye gelmedi ?" Gül, hiç bir tepki vermedi.Donuk gözlerle camdan dışarı baktı.
İki gün geçti. Raif yoktu. Komşuları Gül'ü yalnız bırakmıyodu. Gül, kızının ağlamasıyla kendine geldi.Onu kucağına aldı,öyle bir bastı ki bağrına... Komşular inleyen Gonca'yı kolları arasında bin bir güçlükle aldılar.
İki gün boyunca akmayan göz yaşları, bir yağmur misali boşanıyordu. Kafasını kaldırdı yine daldı gökyüzüne.İçindeki sese dinliyor gibiydi.
"Şimdi ne olacaktı,yaşam Raifsiz de devam edecek miydi? " kızının saçlarını okşarken " Babamız uzaklara gitmiş,bizi bekleyecek,bir gün yanına gideriz kızım." dedi alçak bir sesle.
Daldı, çevreden soyutlanmış durumdaydı. İçin için yanışını bastırmaya çalışıyordu. İçini kemiren soruya cevap arıyor,bulamıyordu. Bundan sonraki yaşamda bugün geldiğinde "doğum günü kutlaması mı, ölüm yıl dönümü anması mı" olacaktı...