ANILARIM

                   

SARI BONCUK  (1)
       
         İnsan veya hayvan. Her varlığın küçüğü sevimli oluyor. Çiçeklerin küçüğü küçük  saksıda, çok daha güzel bence.
           Tanıştığımızda iki aylık bile değildi. Gözlerini Yumuk yumuktu. Nereden gelmişti ,kim getirmişti bilen yoktu. Bu, o kadar da önemli değildi. Önemli olan; deve tüyü sarısı rengi, uzun kulakları, beyaz benekli ayaklarıyla, günlük yaşamımızın bir parçası olmasıydı. "Şuna bak, bir boncuk gibi... " dediğim gün adı "Sarı Boncuk" oluvermişti. O günden itibaren bizler - dershane personeli -  onu büyütecek aile, o da ailenin bir ferdi olmuştu.
           Her sabah 07.00-08.00 arası dershaneyi açarken, anahtar sesiyle yanımda bitiverirdi. Bazı sabahlarsa kapının önünde karşılardı beni.
           Tüm personel,sabah kahvaltısını dershanenin arka sokağına attığımız masada yapardık. Masaya onun için de bir sandalye konmuştu. Biz oturunca; gelir  sandalyeye çıkarılmayı beklerdi.,  Önceleri sadece sütle beslenen"Sarı Boncuk" simitle-rimizi paylaşır olmuştu."Hele biraz daha büyüsün,bizimle çay da içecek " diyordum.
            Benim zorumla katlanıyorlar sandığım personelin benden habersiz  haftada bir şampuanla yıkadıklarını öğrendim. Sekre-terimin küçük kızı,verdiği çikolatayı yemiyor diye ağlamıştı.
             Hesabımıza göre o, artık beş aylıktı. Her geçen gün daha çok sevilendi. "Bugün Boncuk görünmüyor hocam" diyen temizlik görevlisi bayanda, çocuğu eve gelmeyen bir anne kaygısı vardı.
           Akşam saatleri... Odamın penceresinde "SarıBoncuk" un
delicesine koştuğunu gördüm. Bina çevresinde daireler çiziyor , haykırışlarıyla  yardım dilenir gibiydi. Bu acı çığlıklarını daha önceleri hiç şahit olmamıştım .
             Arka sokağımız, sanayi dükkanlarının bulunduğu asfaltı yer yer kalkmış,oluşan çukurlarda yağmur sularının biriktiği bir yerdi. 
           "Sarı Boncuk"u yağmur suları birikintisi içinde buldum. 
O acı haykırışlar,yerini hafif iniltilere bırakmıştı.
          Olan biteni tamirhane çalışanlarından  öğrendim. Tamir-hane önündeki bıçağa basmış, sağ ön ayağı çok derin yarılmıştı. Çocuklar yardım amacıyla yarayı asitle temizleme gafletinde bulunmuşlardı.Acısını dindirelim derken o yaraya tuz basmışlardı."Nerden bilelim" derlerken  Boncuk'un acısını paylaştıkları açıkça görülüyordu.
          Kucağımda kendisine olan sevgiyi anlamışcasına gevşedi.  Boğazını okşarken gözlerini kapatıyor, bir şeyler anlatır gibi mırıldanıyordu.
          Soğuk su ve buz istedim. Buzlu su torbasını  ayağına sardım. Derin derin solurken, kafasını bacaklarımın üstünde salıvermesi rahatladığının bir belirtisiydi.
             Yarım saat sonra veterinerdeydik. Onu veterinere teslim ettikten sonra , aynı caddede bir çay bahçesinde, çocuğu ameliyata girmiş bir baba endişesi içinde bekledim.  Bir an için  "Bir köpek için değer mi "düşüncesi bile beni çok üzmüştü. Ayağı sargılı " Boncuk"la dershaneye dönerken ikimiz de rahattık.
                Bu olayın üzerinden bir ay geçmiş "Sarı Boncuk" eski yaşantısına dönmüştü. Her şeye rağmen şimdi biraz daha nazlıydı.
              Geçici bir süre Ankara'ya gitmem gerekiyordu. Dönene kadar yapılacakları anlatırken,Boncuk'a da özenle bakmalarını istedim personelden. 
              Yedi ay sonra döndüm Balıkesir'e. İş yerimi, personeli-
mi özlemiştim. Geldiğimin ertesi günü dinlenmeyi düşünmeden dershaneye gittim. 
            Dershane yüz metre var yok.Karşıdan ok gibi fırlayıp bana doğru gelen bir köpek...İrkildim.Tedbire fırsat vermeden atladı kucağıma.İkimizde boylu boyunca yaya kaldırımına uzandık. Sarıydı,gözleri boncuk boncuktu; ama bu kocaman bir köpekti.  
           Sağ ön ayağı ile ameliyattan yeni çıkmış kalbime sol göğsüme vuruyordu.
             "Bu,Sarı Boncuk"dediler.Uluyor muydu, havlıyor muydu, konuşuyor muydu anlamak güçtü. Diliyle yanaklarımı ıslatmasına engel olmamıyordum. Bir sandalyeye oturdum. Boynunu okşadıkça kendinden geçiyordu. Yakın bir dostuyla aylar sonra karşılaşan bir insanın mutluluğunu yaşıyordum. Eminim o da çok mutluydu. 
               Yedi ay sonra hala unutmamak...Delicesine bir sevgi göstermek..Böyle bir sadakatle karşılaşmak beni çok ama  çok etkilemişti.Neden snra fark ettim.
                " Sağ ön ayağı avucumun içindeydi."
                                                                                                 

                                                                                      RAŞİT GÜNEŞ

*******************************************************************************



             BENZER İKİ OLAY     (2)
           
          Hiç kimseye ekonomik durumu ve makamına göre değer vermedim. İnsana ideoloji değil,  insani  özellikleri açısından baktım.İnsanı,ne değerinden fazla,ne aşağılarda gördüm.Önem- li bir makama olumsuz davranışlarından sırt çevirdiğim gibi; herkesçe  hakir görülen birini  güzel davranışlarından dolayı tktir ettiğim çok oldu.
        Benzerlik gösteren bu iki olayı,aynı yıl içerisinde biribirine yakın tarihlerde yaşadım.
        Dershaneden çıktığımda saat 18.00'di. Akşam karanlığı yavaş yavaş çökerken, sert,  soğuk bir rüzgar başlamıştı. Dolmuş durağına bir an önce varabilmek için adımlarımı sıklaştırdım.İlkokulun yan sokağında,düz bir taşa oturmuş, 50-55 arası, siyah çarşaf bürünmüş,temiz yüzlü bir kadın " Bakar mısınız?" dedi. Yanına yaklaştım,eğildim. Alçak bir sesle: "Alışık değilim.  Dilenmeyi de bilmiyorum. İki yetime bakıyorum. Akşam yemeği için yardım eder misin ? " dedi. Sesi samimiydi ve gerçekten dilenci görünümü yoktu.
            Elimi cebime attım.  On milyon... (bugün için 10 lira)  Tek banknot...  Zaten ayın son  günüydü. " Dur bozdurayım." diyecek değildim ya! Üstelik iki yetime bakıyormuş. Fazla tereddüt etmeden " Al " dedim.
            Aldığım duanın iç rahatlığıyla dolmuş durağına geldim. Dolmuşa verecek param yoktu. " Sonra veririm " desem,  dolmuşçuların hiçbirinde itiraz gelmeyeceğini biliyorum. Ama 
" Hayır " dedim kendi kendime. Yaptığımın biraz da akılsızca olduğunu mu düşündüm, bilmiyorum. " Yürü be adam." dedim.
            Hava soğuktu.Hani kurşun benzetmesi var ya;öyle işliyordu göğsüme."Hızlı adımlarla yürürsem ısınırım" diyerek  teselli ediyordum kendimi. Bir taraftan da Yaptığım yardım nedeniyle yaşadığım acının verdiği bir mutluluk yaşıyordum.
           Bu yaşadıklarımın üstünde yaklaşık iki ay geçmişti.Bir gün sabah saatlerinde  pek uğramadığım ara sokakların birinde iç çamaşırı satan orta büyüklükte bir dükkanın kasasındaki kadına takıldı gözlerim.Bu kadın hiç de yabancı değildi. Modern giyimli de olsa, bu; o idi. Birkaç ay önce on milyon verdiğim kadının ta kendisi... 
             Kapıda sakız çiğneyerek etrafı seyreden, orada tezgah-tar olduğunu öğrendiğim genç kıza: " Kasada oturan bayan kim?" dedim.
            Genç kız : " O Buranın sahibi,benim patronum " dedi.
                                    ***********
            Üstü başı perişan,delice tavırlı, haftada bir uğrayıp bir şeyler koparan biriydi Salih. İsteklerini arka arkaya sıralardı. "Bana beş milyon verirsen ,belediye başkanı olmanı destek-lerim " dediği gün arkadaşlarla dakikalarca gülmüştük. Bazen verdiğimbir-iki milyonla mutlu olur ( paradan altı sıfırın atılmadığı dönemler) bazen de biraz daha koparmak için akla gelmedik hikayeler uydururdu. 
          Mutlu ayrılacağını sandığım bir gün - çünkü o gün beş milyon vermiştim.- "yetmez" dedi. Bunu söylerken, daha fazla vermem gerektiğini, buna mecbur olduğumu anlatır bir tavır takınıyordu."Babamla akşam yemeğimizi ısıtacak tüpümüz yok " dedi. 
           Bu anlamsız ve bıktırıcı istekleri nedeniyle kovmak   istediğim halde, yapamıyordum. Kovsam da pek takacağını sanmıyorum.
            "Bana uyacak elbisen yok mu ? " dediğinin iki gün sonrası, gri çizgili lacivert elbisemi vermiştim. Elbisem yeniliği onu sevindirmişti..bana zaman zaman başkanım derdi 
       "Başkanım" bu elbiseye uygun bir de ayakkabı alsan" dedi. 
Alsam,elbiseye uyacak başka isteklerin de geleceğini bildiğim için " Hayır " dedim.
             Tesadüfe bak ki; verdiğim elbiseyi, Salı Pazarı denilen yerde, üzerinde 70 milyon  yazılı bir etiketle bir eskicide gördüm.
            Bir akşam üzeri, can sıkıntısı gidermek için  bir birahaneye girdim. masaya oturmuştum ki gördüğüme inanamadım.  İki masa ileride, bacak bacak üstüne atmış,peşin satan esnaf tavrıyla geriye kaykılmış gördüm. Masasında beş-altı  çeşit meze ve 35'lik yeni rakı vardı . 
             Yanılmıyordum bu Salih'ti. Beni görmemezlikten geldi.
Takım elbise ve kravat..Gelip birkaç lira için dil döken Salih'e yakışmıştı. Gerçek bir iş adamı gibi davranıyordu.Telefonda tok bir ses...
             " Yarın görüşelim,tabi olur. sana ne kadar lazım? dert etme çözeriz." diyordu.

                                                     Raşit GÜNEŞ                                           



    ********************************************





                    CAN TATLI        ( 3 )

          "Ankara'nın nesini seversiniz?" sorusuna Üstat Yahya Kemal " İstanbul'a dönüşünü "demiş.İstanbul sev-gisini belirtmek için.
        Gençliğimin uzun yılları Ankara'da geçti.Tutkundum Ankara'ya. Öylesine bir tutkunluk ki Ankara dışındaki her yer gurbetti benim için. Sadece çocukluk yıllarımın geçtiği, çocukluk arkadaşlarımın bulunduğu o köye, o küçük dağ köyüne giderken Ankara özlemi olmazdı içimde. 
          Yılda bir kez  giderdim.Boyumuzu aşan buğday tarlaları içinde yabani bezelye toplamak toprağa uzanıp yatmak ne denli haz verirdi. Oradaki en büyük korkum - diğer arkadaşlarım gibi - köyün delisi Paşa'ydı. Paşa gerçek adı mıydı ,yoksa deliliğin ifadesi bir unvan mıydı bilmiyorum.Bir gidişimde " Sen misafirsin,bize yemeğe gel. Annem pasaklı ama yumurta pişirir, yeriz. " demişti. Deliydi ama yumurtanın iğrenilmeden yenileceğini biliyordu.  " Sen oku memur ol,ablamla evlen, " derdi.
          Köyün batısında, on beş  dakika yürüme mesafesi olan bir göl vardı.Bir tarafı 200 metre uzunlukta yemyeşil çimenlik...Doğu tarfındaki kaylıklardan, çizgiler halinde akan sular göle inerken hafif bir şırıltı yayardı.Batısında suyun içinde iki metre boyunda başları püsküllü kamışlar farklı bir güzellik katıyordu. Köyün tüm çocukları gibi,dibi balçık olan bu gölde yüzmeyi öğrenmiştim. Deniz çocuğu olmadığım halde denizde rahat yüzüşümü o göle borçluydum.
            O gün dört kişiydik.Ben,iki arkadaşım ve Paşa.  Dört çocuk demek daha doğru olacak. Gölün kıyısındaki yeşillikler arasında oyun kağıtlarıyla adını bilmediğimiz bir oyun oynuyorduk.Dört kağıdı kapatıyor, büyük kağıdı bulan o kızılcık sopasıyla diğer üçünün ellerine vuruyordu. Amacımız Paşa'yı dövmekti. En büyük kağıdı  üç arkadaştan biri buluyor; kendi arkadaşlarımızın elini okşarcasına, Paşa'ya var gücümüzle vuruyor,bundan büyük zevk alıyorduk.
          Nasıl olduysa büyük kağıdı bir kez Paşa buldu. Sopayı kaptığı gibi dikildi başımıza. O sopayı ne denli kullanacağını çok iyi biliyorduk. Sopayı tutuşu,dikilişi, bakışları her şeyi anlatıyordu.O korku hali bugün gibi gözlerimin önünde. Birbirimize baktık. Herkes kaçacağı yönü seçmeye çalışıyordu.Tam bu sırada sonun başlangıcı olan o olay gerçekleşti.Paşa,çıplak ayaklarıyla arkasındaki hayvan pisliğine basmıştı.
          Daha önceleri sudan şeytan görmüşçesine korkan Paşa : " Göle girip temizleneceğim." demez mi. Çocukluk bu ya, anadan üryan soyunan Paşa'ya şaşkınlık ve sevinçle bakıyorduk. Şaşkındık, Paşa suya girecekti; sevinçliydik, sopadan kurtulmuştuk.Gölün en derin yerine atlaması için teşvik ediyorduk.Öyle bir sonuç aklımızın ucundan bile geçmezdi.  Paşanın kaderinin gerçekleşmesine vesileydik galiba. Paşa daha fazla nazlanmadı. Atlayıverdi o derin yere.
            Bugün o manzara tüm çıplaklığıyla gözlerimin önünde.Yüzme bilmiyordu. beş altı kez battı çıktı. Her çıkışında kollarını yukarı kaldırıyor,elleriyle " gel gel " yapıyordu.Belli ki bizden yardım bekliyordu. Elimizden bir şey gelmiyor, üçümüz de donmuşçasına seyrediyorduk. Bir daha görünmez oldu Paşa. 
          Arkadaşlardan birini köye yolladık. Yarım saat içinde çocuğu-yaşlısı, kadını-erkeği tüm köy gölün kıyısındaydı.Beline urgan bağlanmış iki genç, gölün deği-şik yerlerinde Paşa'nın cesedi arıyordu.
          Bir saat geçmesine rağmen ceset bulunama-mıştı.Paşa'dan iki yaş büyük ablası - Hani onunla evlen dediği - saçını başını yolarak, ağıtlar yakarak geliyordu. " Sen öldüysen ben nasıl yaşarım , beni de alsın bu göl. "  diyerek geldi  gölün kıyısına. Birden durdu. Islanmasın diye pantolonunun paçalarını yukarı doğru sıvamaz mı. Bu, oradaki birçok insanın gülmesine neden oldu. Can tatlı, can feda etmek zor.         
            Kardeşi için ölümü göze aldığını haykırıyor, ama paçaları ıslansın istemiyordu.


                                                                                  Raşit GÜNEŞ



**********************************************************     
           
tımarhane ile ilgili görsel sonucu

       

       İKİDELİARASINDA      ( 4 )                                                    

          
          Öğretmenliğimin ilk yılları... Yozgat'ın küçük bir kasabası... Yaşantısıyla,nüfusuyla,evleriyle büyük bir köy işte. Ankara gibi bir yerde böyle bir yere gelmek...
             ilkgünler çekilmez olmuştu. Ankara gibi yerden,köy görünümlü ber yere...Burada kalamam derken altı yılım geçti bu ufacık beldede. Onlar bana, ben onlara...Birbirimize ısındık kısa sürede. İnsanları çıkarlarına fazlasıyla düşkündü..Olsun, har insanın belirli ölçüde çıkarını düşünmesi doğal değil midir ?
           Kısa sürede beni kendilerinden biri olarak görmeye başla-dılar.Komşumuz Zehra Nine,geliniyle evimize gelir,asker oğlunun  mektubunu  benim okumamı isterdi. Oğlu evlendiğinin üçüncü ayında gitmiş askere. Taze eşi için " Burnuma kete gibi kokuyorsun." demesi, ketenin o yöre için ne denli değerli olduğunu anlatıyordu. Bu,Çorum yöresinde katmer denilen, saçta pişirilen; peynirli, patatesli,ıspanaklı çeşitleri olan katlanmış yufkadan başka bir şey değildi.
            " Buralarda edemem " dediğim bu kasabaya alışmştım. O küçük bahçeli tek katlı evlere,insanlarına,akıllısı-delisine alışmıştım. Meydandaki o küçük kahvede ne zaman Deli Mustafa'ya bir çay söylesem,Deli Sabri gelir otururdu masaya.Her ikisiyle de çok iyi anlaşırdım.(Galiba yapımdaki  - az da olsa- delilikten geliyordu.) Onlarla saatlerce sohbet etmek yormazdı beni.
            Ramazan ayının ilk günler... O gece Teravihe geç kalmıştım. Teleşla camiye girdim. Cemaat namazdaydı. En arka safta yerimi aldım. Dört rekat sonunda, selam verildiğinde Deli Sabri ile Deli Mustafa arasında olduğumu gördüm. Hadi gel de gülme böylesi bir tesadüfe. Camide,namazda gülmek... Düşünülmesi bile rahatsız ediciydi. Kendimi zorluyor, Gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum. İlkokul öğretmenliği yaptığım Bilecik'in bir dağ köyündeki yaşlı :"Gülmenin geçmesini istiyorsan,tırnaklarının üstüne bak. " demişti. Bunu denedim.
            Zar zor ikinci dört rekatı tamamladım. Hocayla birlikte    Es salam-ı aleyküm deyip sola selam verdiğimde;yüzü benden yana sabit bekleyen Sabri var gücüyle: " Aleykümselam" demez mi? Artık kendimi tutamadım. Koyverdim makaraları. 
             Tüm cami cemaati bana dönmüştü.Gülmekten gözlerim yaşarmış, yüzüm kızarmıştı. Kendimi camiden dışarı attım.
              Ertesi gün kime rastlasam, büyük küçük demeden , o gülüşün sebebini anlattım.



                                                                                   Raşit GÜNEŞ



**********************************************************



                        ARKADAŞIM KURT     ( 5 )

            On üç yaşında Ortaokul son sınıf öğrencisiydim . sınıf arkadaşlarımdan birkaç santim uzundum. İlçede ortaokula başladığım yıllarda babamlar hala köydeydi. ( Ortaokula bitirdikten sonra ailece Ankara'ya taşındık. )  Doğduğum ve ailemin oturduğu köy ile okulumun bulunduğu ilçemiz arası yaklaşık otuz beş kilometreydi. 
          O zamanlar İlçe ile köy arası yolcu taşıma işi,haftada bir veya iki gün, üstü açık kasa kamyonlarla yapılıyordu.
          Kış ortasındayız. Güneşli ama esintili, bir cuma gününe uyandım. Köyü, annemi, kardeşimi öylesine özlemiştim ki...Daha önceleri de, özlem sarınca her yanımı,kamyon aramadan beş buçuk saat yürüyerek köye gittiğim olmuştu.Şimdi yine gitme hevesi depreşti ya, gel de engel ol. O sabah hava güneşli ama soğuktu.Bugün okula gitmeyi çoktan kafadan silmiştim.
           Ocak ayı ortaları ve İç Anadolu... Karın iki metrelere ulaştığını,evimizle ilkokulun 200 metre olan arasında küreklerle yol açıldığını,adam boyunu aşan karlar arasında okula gidildiğini gördüm ve yaşadım. Damlardan bir metre uzayan buz sarkıtları düşürmek için taşlarla hedef almayı bir oyun haline getirip günü bitirdiğimiz çok olmuştur.
          Köy beni çağırıyordu.  Fazla düşünmenin gereksiz olduğuna karar verdim ve düştüm yola. Yol boyunca çoğu zaman türkü söylerdim. Sesim güzeldi bence. Bu;belki oyalanmak,belki de yalnızlığın ve ıssızlığın korkusunu bastırmak içindi.Bazen bir dere kenarında oturur,suyla oynar yorgunluğumu giderirdim.
           Üç saat olmuş,birçok köy geçmiştim.Bahçelerde,tarlalar-da bir Allah'ın kulu yoktu. Kim ne yapsın ki kışın ortasında.
           Altı saatte köye varmıştım. Akşam karanlığı içinde köyü bir süre seyrettim o küçük tepeden. Köy kış uykusunda gibiy-di.Annemle,kardeşimle iki gün iki gece geçireceğimin hazzı her şeyi,güzelliği de çirkinliği de  geri plana itiyordu.
          Cumartesi sabahı, ezanla birlikte annemin yanında açtım gözlerimi.Uyku tutmamıştı beni.Bir an önce köydeki arkadaş-larımı görecek,onlara ilçeyi,okulu anlatacaktım. Evin avlusuna çıktım. Manzara muhteşemdi, yoksa özlem etkisiyle bu güzelliği ben mi zihinde canlandırıyordum. Gece kar yağmış; çatılar, ağaçlar, bahçeyi çevreleyen çitler karla kaplanmıştı.. Dağ taş bembeyazdı.Şairin "Beyaz gelinlik giydiği doğa" dediği bu muydu? babamın sesi , bu güzel alemden uyandırdı.
          " Bu gece de yağarsa, sen yarın nasıl dönersin ! kamyon da gelmez. " 
           Çok güzel bir gün yaşadım. Ertesi gün (pazar) sabahına kadar.Uyandığımızda kar belimize gelecek kadar yığılmıştı.İlk-okul yıllarımızdakine benzer. korktuğumuz manzara ile  karşılaştık.
             Babam:
               " Bir iki gün gitme istersen " dedi.
            " Hayır giderim. Gelirken nasıl yürüdüysem,yine yürürüm."
            " Öyleyse Hüseyin sana yoldaşlık etsin."
             Hüseyin,benden üç yaş büyük kuzenim -amcamın oğlu- idi. Boyu ancak benim kadar, ama daha güçlü bir yapısı vardı. Belli ki koruyucu olarak veriliyordu yanıma.
             Kuşluk vakti denilen sabahın erken saatlerinde köyden ayrıldık. Bizden önce gitmiş tek bir iz yoktu. Yolu daha önceden bildiğimiz emareler sayesinde izleyebiliyorduk. Arkalı önlü yürüyorduk.Bazen o, bazen ben ön sıradaydık.Hafif bir sis vardı. Bir süre Hüseyin önde,sonra ben geçiyordum öne. bazen diz kapaklarımıza kadar gömüldüğümüz karın üstüne uzanıveriyorduk. Zor ama hoşlandığımız bir yolculuktu bu.  Yarım saat sonra, bir yatırın bulunduğu, ağaç dallarına çaputların bağlandığı,"Tekke" denilen yerdeydik.
           " Amca oğlu,bizi sürekli takip eden,birkaç metre arkamızda bir köpek var; korkma, olur mu ?"dedi kuzenim. " İyi işte,bir koruyucumuz var."  dedim. Döndüm. Hareketsiz duruyordu. Cam bilyeler gibi parlayan gözlerle gözlerimin içine bakıyordu. Beş dakika kadar dinlendik. Bakışlarında düşmanlık yoktu. Gerçekten bir koruyucu gibi duruyordu. Bu görünüm ikimizide rahatlatmıştı. 
            Yeniden yola düştük. Artık iki değil, üç kişiydik. Biz durunca duruyor, yürüyünce o da hareket ediyordu. O zamana kadar az da olsa içimdeki korku uçup gitmişti.Bu birlikte yolculuk yarım saat kadar sürdü. Yorulup da karın üzerinde oturduğumuzda, bir bekçi gibi bizi bekliyordu.
            Saraylar köyü yakınlarındaydık. Beş yüz metre ötede bir avcının bize doğru koştuğunu gördük.Aşağı yukarı elli metre mesafede  durdu. Av tüfeğini bize doğrulttu.İki kez ateş etti. O derin vadide yankılanan korkunç bir gürültü... Çevremizde bir barut kokusu... İkimiz de var gücümüzle bağırıyorduk.
            " Korkmayın, onu vurdum. " dedi.
            Arkamıza baktık. Yol arkadaşımız karlar üstünde beyaz kırmızı bir karışımın içindeydi.
            " Ne yaptın amca? "
            " Korkmayın çocuklar, arkanızdaki kurdu vurdum."
            " Kurt mu ? "
            " Evet ya... Sizi parçalayabilirdi, açtır şimdi o."
           " Hayır amca! O bizim arkadaşımızdı, o bizi koruyandı. " dedik ve ona koştuk.
            Zar zor nefes alıyordu. Gözleri bir kapanıyor, bir açılıyordu. Halen cam gibiydi gözleri. Birimizin elleri başında, birimizin boğazındaydı. Onu okşarken gözyaşlarımız boylu boyunca uzanmış  vücuduna damlıyordu.Çok zor duyulan bir inilti vardı. Bir ara dilini çıkardı. Belli ki ellerimizi yalayacaktı. Kafa-sını hafifçe kaldırdı . Ne yazık ki o dil yetişemedi ellerimize.


                                                                           Raşit   GÜNEŞ             
   


***********************************************************


           

              MEĞER ISPANAK LEZZETLİYMİŞ         (6)


           21 yaşında Diyarbakır Eğitim Enstitüsü 2.sınıf öğren-cisiydim.Yarıyıl tatili dönüşü karayoluyla Ankara'dan Diyarbakır'a gitmek pek akıl karı değildi. Gel gör ki Trende ancak on gün sonraya bilet vardı. Halbuki iki gün sonra ikinci dönem öğretimi başlıyordu. İstemeye istemeye otobüse bilet aldım.
           Adana üzerinden giderseniz,Torosların bir kolu olan, Gerçekten de gavur olan o dağları aşmak zorundasınız. Yaz döneminde o yoldan Akara'ya dönmüştüm. O dağların uzun kıvrımlı ve keskin virajlı yollarında, gelen arabayla gideni kestiremezsiniz. Herhangi bir dönemeçte iki kulaç yakınınızdaki arabanın on beş dakika uzaklıkta olduğunu söylerler. Öylesine dolana dolana aşağılara uzanan bir yol işte. Halkımız  boşuna       " Gavur Dağları " dememiş buralar için..
            Kayseri-Malatya-Elazığ güzergahını tercih ettim. Aşağı yukarı yirmi saat sürecek bu yolculuğun,gecenin ortasında (24.00-01.00 saatleri arası) çıkışının olması daha uygun oluyordu.
              42 kişilik otobüste boş koltuk yoktu. Camdan dışarıyı seyrediyorum.Göz alabildiğine beyaz bir örtü...Kar,ay ışığında bir başka güzellikle parlıyordu. Ankara çıkışındaki o dümdüz ovayı yarım saate yakın seyrettim , usanmadan yorulmadan.
              Pınarbaşı'nda mola verdiğimiz zaman Kayseri'nin dillere destan ayazını iliklerimizde hissettik. Zamanın uygun düşmesi olsa gerek,hemen hemen tüm otobüs firmaları orada mola vermişti.
               Lüks döşenmiş bir yemek salonu ...Ben çay söyledim.
İki masa ötede bir bey - traş ve görümünden subay olduğunu tahmin ediyorum - bu moladan yararlanarak bir duble rakı yudumluyor. Sabah saatlerinde içki... Belki de daha rahat bir yolculuk içindir. Bir diğer masada; otobüste arkamdaki koltukta oturan 40-45 yaşlarında,adının Gülsüm olduğunu öğrendiğim kadın,azığından çıkardığı börekleri kızına yedirmeye çalışıyordu.
               Çayımı bitirdikten sora dışarda biraz dolaştım.Hava oldukça sertti. Soğuk, deli bir rüzgar etrafta ne bulursa savu-ruyor.  Dinlenme tesisi anonsundan arabamızın kalkmakta olduğu duyuruldu. Otobüsümüzün önünde karşıdan gelen otobüsün kap-tanı yoğun bir kar yağışının olduğunu anlatıyordu.
                Dinlenme tesislerinde ayrılalı on beş dakika olmuştu ki otobüsümüz durdu. Şoför, görüş mesafesinin sıfır olduğunu, böylesi bir kar fırtınası ve sert rüzgarda hareket etmenin tehlikeli olacağını anlatıyor. Kar fırtınası ve rüzgarın şiddetini ancak durunca fark edebildik. 42 kişilik otobüs,bir bebek beşiği gibi sallanıyordu.Zaman zaman bir gümbürtü kopuyor. Şoförümüz, fırtınanın sürüklediği bir ağaç veya söktüğü bir telefon direği olabileceğini, bunun arabaya çarptığını normal bir olaymış gibi anlatıyordu."UzunYayla... Güzeldir, hoştur, yazları yeşiliği ve serinliğiyle insanları çeker, ama bazen oldukça acımasızdır " diyordu. 
               Uzunyayla...Gözün alabildiği bir düzlük... Pınarbaşı'ndan Gürün'e inene kadar kıvrımsız,virajsız bir yol...Kışın beyaza, baharda yeşiliklere bürünen güzellik... Söylenen o ki,baharda da hızı saatte 100 km'yi bulan rüzgarın eksik olmadığı yer...
                 Bekleyişimiz uzadıkça uzadı. Saat 16.00 olduğuna göre, demek ki on saattir burdayız. Kalorifer çoktan susmuştu. Araba artık sallanmıyordu. Kaptanımız, arabanın karla kapandığını, tamamen karın içinde olduğumuzu söyledi. Duvarları kar olan bir evdeydik.El altındaki pohoça ve börekler de bitmişti. Yolcular, el çantalarında olan giyeceklerini giymişti. inmek valizlere ulaşmak mümkün değildi. Çünkü kapılar açılmıyor. açlık ve soğuk iyice hissettirmişti kendini. Gülsüm Abla,karşı koltukta oturan,subay olduğunu tahmin ettiğim adama çattı. " Sen orda oturup içtin, zıkkımlanmasaydın bunlar belki de başımıza gelmeyecekti." diye bağırıyor.Adam en ufak bir tepki vermedi, öyle baktı durdu.Gözle-rim arabada geziniyor.Görünen o ki en genç yolcu bendim. Belki bencillik ama, " Bir şeyler olursa bana yazık olacak" diye düşündüm.
                Bir an arabamız yerinden oynadı. Bir şey görmüyorduk ama şoförümüz, kara yollarının gelmiş olabileceğini söyledi. Biraz sonra otobüsümüz geri geri çekiliyordu. Kısa sürede karlar arasında çıkarıldık.Yakıt takviyesi yapıldı ve yönümüz Pınarbaşı' na çevrildi.
                 Beş dakika sonra,yol kenarındaki kara yolları bakım evine geldiğimizde yatsı ezanı okunuyordu.Demek ki karlar arasında tam 14 saat beklemişiz. Küçük bir salonu olan vitrin dolaplı,mutfaklı bir yerdi.Ortada mazot  varilinden yapılmış,yakıtı yanık yağ olan soba kıpkırmızı idi. Açtık hem  nasıl açtık... Bakımevinin ahçısı " yemek için masalara buyrun." dediğinde bir saldırı... Hücum borusuyla hücuma geçen askerler gibi...
                 Ne yazık ki yemek olarak sadece ıspanak vardı. O yaşa kadar ağzıma koymadığım ıspanak. Hiç bir şey düşünmeden salladım çatalı." Anacığım,duyuyor musun,görüyor musun, oğlun ıspanak yiyor "
                 Ispanakla pırasaya alışmam için anacığım ne denli gayret etmişti. "sana kuzu etli pırasa yemeği hazırladım, parmaklarını yiyeceksin." demişti. Eti çok sevdiğimi bildiği için,pırasaya alışayım diye,hazırladığı etli pırasa değil pırasalı etti. Gerçekten nefis bir görünümü vardı. Önüme konan bu yemekle bir somun ekmeği bitirmiştim. Gel gör ki pırasaların tamamı tabakta duruyordu.
                  Ispanak da o denli uzak durduğum bir yemekti. Şimdi öylesineiştahla yiyordum. Canım anacığımın görmesini çok isterdim. 
                  MEĞER ISPANAK NE DENLİ LEZZETLİYMİŞ.

                                                                        Raşit GÜNEŞ
********************************************************


ankara öğretmen okulu mezunları ile ilgili görsel sonucu


               AH O BİZİM SINIF      ( 7 )


               1970'li yıllar... Ankara Öğretmen Okulu... 
              Ankara'nın seçkin semtlerinde Bahçelievlerden. Semtin yerleşim alanına göre yüksekçe bir yerdeydi. Önünde küçük ama harika bir çamlığı vardı. Hemen arkasında Atatürk Orman  Çiftliği ormanları başlıyordu. O zamanlar Ankarası'nın kirli havası ve bozkır görünümünden uzak ve farklı...
             6/C sınıfının önden gelen öğrencilerinden biriydim.Otuz iki kişilik bir sınıf... Sınıftaki öğrencilerin tamamı aynı kafada olsa da, tüm yaramazlıkların yaratıcısı ve uygulayıcısı yedi sekiz kişilik bir gruptuk. Hababam Sınıfına özenen, onların film gereği yaptıklarını gerçek sınıf ortamında   uygulamaya çalışan bir grup.
              Çevredeki okullar, gündüzlü öğrencilerin oturduğu Ankara'nın değişik semtlerinde adı dillere düşmüş 6/C sınıfı. Yatılı olduğumuz halde - filmlerde gördük ya - çarşaflar ekleyerek üçüncü kattaki yatakhanede kaçmayı büyük bir iş yapmış sayardık. Dışarıda yapılacak bir işimiz olmadığı halde.Sadece kaçmak işte... Okulun öğretmenlerine servis yapan eski model , burunlu BMC otobüste gecelediğimiz çok oldu.
              Sınıfımız pencereleri,öğrenci giriş merdivenleri üstüne düşüyordu.
Sabah etüt çalışmalarında gündüzlü kız öğrencileri bekler,suyla doldur-
duğumuz yangın kovalarını ikinci kattan üzerlerine boşaltırdı. Bu olay nedeniyle benimle birlikte üç arkadaşa bir hafta, beş arkadaşa da üç gün okuldan uzaklaştırma cezası verilmişti. Benim de birkaç arkadaş gibi disiplin notum altıya düşmüştü. Bir ceza daha alırsam,okuldan atılmam gerekiyor. Sınıfımız güzel kızlarından Semiha'nın  " Bunların içinde sadece sana üzülü-
yorum " deyişinden bir ders aldım mı bir ders aldım mı hatırlamıyorum.  kendime pay çıkarmama yetmişti. 
               Mustafa, Türkanla konuştum, istemeye gidelim dedi. Bir pazar günü Türkkan'ı istemeye gittik.Çay ikram edip çikolata tuttular. Ne zaman ki geliş nedenimizi söyledik,Türkan'ın babası tarafından elektrik süpürgesi sapıyla kovalandık. Adam ertesi gün okula bizi şikayet etmeye geldi. Eyvah1 artık okuldan kovuluyoruz dedim. Neyse ki Türkan,babasını ikna etti de ceza almaktan kurtulduk.
                Aynı kızı hangimiz tavlayacak diye bahse tutuştuk. O dönemde bir kıza arkadaşlık teklif etmek, bunu kabul ettirmek - deyim yerindeyse - kütük sökmekten zordu.
                 Nuran,aslen İzmitli, okumak  için ağabeyinin yanına gelmiş,bir alt sınıfta güzel bir kızdı. Ankara'da İskitlerde oturuyordu. Benimle konuşmak istediğini söyledi. Ders bitiminde otobüs durağına kadar yürüdük.
                  " Bak Raşit,bir haftadır birinizden kaçıyor,ikinciye; ondan kaçıyor,üçüncüye yakalanıyorum. Aranızda bir iddia varsa, seni kabul ettiğimi söyleyeyim, sen kazanmış ol. " dedi. O uçarılığa rağmen suratım kıpkırmızı kesilmişti.
                   Yaptığımız yaramazlıkların her biri başlı başına bir olaydı. Hepsini tek tek anlatmaya ne zaman ne sayfalar yeter. Örnekleri sıralamayı bırakıp bu anıyı yazdıran olaya gelmek istiyorum.
                   Bir öğleden sonra üç arkadaş, her birimiz bir çama sırtımızı vermiş,dersten kaçmanın tadını çıkarıyorduk. 50-55 yaşlarında bir hanım : "Çamlıkta yalnız başına oturmak yanlış anlaşılıyor,kısa bir süre yanınıza oturabilir miyim? " dedi.
                   Kızının dersten çıkmasını bekliyormuş. 6/C sınıfındaki öğrencilerin kızına zarar verebileceklerini anlatıyordu. " Allah öylelerini ıslah etsin.Onların da annesi vardır." Üçümüz de birbirimize bakıyorduk.
                    " Teyze, ben 6/C sınıfındayım. " dedi Şener. Önce 
" inanmıyorum " dedi.
                    " Ben de 6/C liyim" deyince,kadıncağız bir süre afalladı. Ne diyeceğini bilemedi. İnanmıyordu besbelli. her birimizi ayrı ayrı baştan aşağı süzdü.  Yerinden kalktı,birkaç adım attı. Döndü:
                      " Olamaz, siz iyi çocuklarsınız. onlar olamazsınız." dedi.
                    Bizden cevap alamadı. Yavaş adımlarla uzaklaşırken  
                    " Sizinle oturdum,sizlerlerle sohbet ettim. Allah beni affetsin" dedi. 

                                                                           Raşit Güneş

*********************************************************

köy evleri ile ilgili görsel sonucu


                    İKİ SEVGİLİ      ( 8 )


              İki küçük ev faresi...Yavruluktan yeni kurtulmuş, tatlı,minik iki sevimli fare... Uykumu kaçırsalar da...
               Eğitim Enstitüsü öncesi bir yıl ilkokul öğretmenliği yaptım.Bilecik- Gölpazarı-Büyükbelen köyü... Tam bir dağ köyü.Kışın karlarla kapanan yollar, yazın yağmurlarla bozulurdu.İlçeye 20 km olan bu köy için mahrumiyet yeri demek yanlış olmazdı. İnsanlarının cana yakınlığı ve öğretmen sevgisi mahrumiyeti ikinci plana itiyordu.
              Köyün merkezinde, köy muhtarlığına ait iki katlı bir bina...Köy ilkokulu heyelan nedeniyle kullanılamaz duruma gelince, binanın alt katı okul olarak düzenlenmişti. Taban topraktı -Çamur olmasın diye birkaç araba kum döktürdüğüm için hernedense müfettişimiz kızmıştı.-Üst katta muhtarlık ve benim odam vardı. 
              Toprak damlı, döşemesi, yan yana tahtalarla oluşturulmuş bir bekar odası. Yürürken tahtaların gıcırtıları,yağmur damlalarının içeriye düşmesi olmasa bayağı sevimli bir odaydı. Suratıma damlayan yağmur damlalarıyla uyandığım çok olmuştur.
              Hele o iki fare... Uykumun en tatlı anında kulaklarımı tırmalayan tıkırtıları... Lambayı açınca birlikte kaçışlarını seyrederdim. Hiçbir an tek görmedim. İkisi birlikte çıkıyor, birlikte kayboluyordu. Çoğu insan için iğrenç olsalar da benim için sevimliydi bu ikili.
                Her gece uykumu kaçırmaları, iki yere kapan kurma zorunda bıraktı. Taktığım beyaz peynir, ışık olmadan da görülüyordu.
                Bir gece kapan'ın çınlama sesiyle uyandım. Işığı açtım. Kapanın bir ucunda biri, diğer ucunda biri kafadan yakalanmışlardı.
(İkisi de aynı anda kapanda) vücutlarının titremesi devam ediyordu.
               Fazlasıyla etkilendim. Bir sıcak ter sardı tüm vücudumu. Sevdiklerimden uzak, yalnız başıma yaşadığım; bu toprak damlı, küçük köy odası boğuyordu sanki. Bu etki, bu bururkluk günlerce devam etti.
                    O zamanlar da şiirler yazardım kendimce. O iki fare için "İkimiz için bir dünya " şiirini yazdım. o iki fareyi düşünerek " İkisi de aynı anda kapanda" derken, iki sevgilinin birlikte ölüme gidişi kadar etkiliyordu beni.
                    Yine geceyarısı,yine yağmur tıkırtıları...Şiddetli olmalıydı. Sanki odanın içinde de yağmur vardı. Muhtar, birkaç kez söz vermiş; ama çatı yenilenmemişti. Işığı yakınca, masa üstü görüntüsü, var olan üzüntümü daha da arttırdı.Yağmur, ikiliye yazdığım şiirin üstüne damlamış, dizeleri okunmayacak hale getirmişti.
                     Bu görüntü "Seni yağmur bozdu " şiirini yazdırdı bana. Görünüşte pek bir anlam ifade etmeyen bu şiir, iki sevgiliye, iki fareye yazılan şiirin yağmur damlalarıyla yok oluşu sonucu yazılmış bir şiirdi.Sanattan çok bu anlamda değerliydi benim için. Kim bilecekti ki bu şiir, şiire yazılmış.
                      
                      " Derya deniz bozamaz derken
                 Seni yağmur bozdu.  "

                                                                             R.Güneş
-----------------------------------------------------------------------------------

köylü ile ilgili görsel sonucu
           

                 YUSUF EMMİ           ( 9 )

       
              İlk atamamın yapıldığı o küçük beldeye  çabuk ısınmıştım.Küçük bir şehir havasında tam bir köy yaşantısı. Evleriyle,sokaklarıyla,bakkalıyla...
              Tanıdığım ilkler arasındaydı Yusuf Emmi.Köşeli kaskatinin tozunu dizine vurarak aldığı kahvehanenin sundurmasında tanıştık.
               Televizyonun yer yer seyredildiği o dönemlerde 20 km uzağımız- daki ilçeye, gecenin 03.00'ünde bir münübüs dolusu Muhammed Ali'nin boks maçını seyretmeye gitmiştik.Daha 1. rauntta M:Aii'ye " Ha babam ha" 
deyişi silinmedi kulaklarımda.
               İki yıl içinde televizyon bizim beldede de seyredilmeye başlandı Kartır Alesi dizisindeki Suelın'e ahlaksızlığından dolayı çok kızıyordu . Kahvede sütunu siper alarak alttan alttan seyretmekten de geri kalmıyor- du.
               Beldeden ayrıldıktan iki yıl sonra ölüm haberini aldım. Çok ama çok üzüldüm. Babam yaşında olsa da ; konuşmalarıyla, hikayeleriyle sevdiğim saydığım bir insandı. Söyleyeceğini yontmadan ve ağız dolusu söylerdi. Her cümle sononda kullandığı küfürlere alışmam gerektiğini söylerdi. Kahvehanede oyun oynarken sandalyede bir ayağını altına alarak oturması bir başkaydı.            
                Kağıtla oynanan okey oynunda,diğer üç oyuncu, jokerleri birbiri- ne veriyor, aynı jokerlerle üç oyuncu da oyun açıyordu. Tek amaç Yusuf Em- miyi yenmek.
                " Yusuf Emmi,görmüyor musun ? Jokerleri birbirlerine veriyorlar, herkes aynı jokerle açıyor, itiraz etsene! " dediğimde,
                " Görüyorum evlat, görüyorum..Oyun bozulur diye korkuyo- rum "  demişti.

                                                                       R.Güneş
----------------------------------------------------------------------------------------------

tavşan avı ile ilgili görsel sonucu



               O TAVŞAN ve O AVCI        ( 10 )


           Eğitim Enstitüsüne gitmeden bir yıl ilkokul öğretmenliği yaptım. İlk atandığım yerdi Büyükbelen Köyü. Adı gibi büyükçe bir köydü. Gür bir or- 
man...Kış mevsiminde karlarla örtünen çam ağaçlarıyla kartpostalları kıs- kandıracak bir manzaraya sahipti. O muhteşem görüntüyü ballandıra bal- landıra anlatmama köylüler hiçbir tepki vermezdi.
          Köyün en büyük özelliği, hemen hemen herkesin avcı olmasıydı. Ak- şamları köy kahvesinde avdan başka konu olmazdı. Beni sarmayan bu sohbetlerden çabuk usanır,erkenden bekar odamın yolunu tutardım. Bir iki akşam tavşanlı pilav yemekten başka avcılıkla ilgili bir yaşantım yoktu.
           O akşam kahvenin penceresinden lapa lapa yağan karı büyük bir hazla seyrediyorum. Zaten bu mevsimde karın yağmadığı gün çok azdı. Köy Muhtarı Kambur Mustafa  " Hoca yarına hazır ol, tavşan avına çıkıyoruz. " dedi.
             Bu konuşmanın ardından, bana uyacak kıyafet ve tekli bir av tüfeği verildi. İlgi duymadığım halde yirmi yaşın verdiği heyacanı yaşıyordum. O gece evde kıyafeti geyip tüfekle aynada kendimi seyrettim bir süre.
            Sabah ezanıyla uyandırdılar. Köy meydanında avcı sayısına yakın "tazı" denilen uzun bacaklı, ince yapılı av köpeği vardı.
            Yola koyulduk. bir saate yakın süren topluca bir yolculuk...Yol boyunca köy heyetinden 1. Aza Ahmet'e yükleniyorlardı.  " Hoca senden önce şu köye tavşan getirsin de gör. " diyorlardı.
             Ahmet 45-50 arası, ihtiyar heyetinde azalık yapan, tatlı dili, hoşgörülü biriydi. Köylülere göre uğursuzdu. O güne kadar tek bir tavşanı yoktu. Bu nedenle alay konusu oluyordu.
             Mola verildi.Anlaşılan av sahasına gelmiştik. İkişerli üçerli gruplara ayrılıyoruz. Geniş bir çember oluşturulacakmış. Aza Ahmet:  " Hoca, sen benimle gel; belki şans getirirsin. " dedi. Anlaşılan o ki,uğursuzluğundan dolayı kimse Ahmet'e yaklaşmıyordu.
             Çam ağaçları ortasında düz bir alanı çepeçevre sardık. Çapı iki kilometreyi bulan bir daire... Aza Ahmet'le karın oluşturduğu bir siperin arkasındayız. Biraz ötemizde korkunç bir uçurum... Yarım saat geçti geçmedi  " O tarafa geliyor. " sesleri yankılandı. Tazılardan kurtulmaya çalışan tavşan tüfeklerin üstüne geldiğinden habersiz var gücüyle koşuyordu. Tavşanın karlar arsındaki güzelleği anlatılamayacak kadar güzeldi.
              Ahmet,tüfeği önüne bırakarak ellerini açtı semaya. " Allah'ım bu sefer olsun beni mahçup etme. " Bana döndü : " Hocam,sakın benden önce tetiğe basma, tavşanı kaçırırsak köye gidemeyiz. "
              Tavşanın güzelliğine öylesine dalmıştım ki Ahmet'i duymuyordum. Vurulmamalıydı bu tavşan. İyice yaklaşınca rastgele bastım tetiğe. Tüfek sesiyle tavşan yön değiştirdi. avımız kaçmıştı.
               O akşam Ahmet Aza yine alay konusuydu. Tavşanın kaçmasına benim neden olduğumu bilmiyorlardı. Ahmet cılız bir sesls" Neden hocam ?"
dedi.  " O güzel tavşanın bir saçmayla can vermesini; o güzelliğin yok olma- sını istemedim. " dedim.
                Hiçbir şey söylemedi Ahmet. Bir süre dalgın dalgın baktı.
Emindim o an kahvede söylenenleri duymuyordu.
                Ertesi gün okul çıkışında kapıda Ahmetle karşılaştım. Çiftesi elindeydi. beni beklediği anlaşılıyordu. " Hocam sen haklısın; o güzelliği hiç hesaba katmadık. Gece boyunca bir cana neden kıyılır diye düşündüm cevap bulamadım." Tüfeğini yere bıraktı.
                  " Avcılığı bırakıyorum hocam. " dedi.

                                                                              R.Güneş

--------------------------------------------------------------------------------------




               
   BEYAZ HALKALI           ( 11 )

       Her sabah aynı saatte gelirlerdi.Sayıları on on beş arasıydı. Boynundaki beyaz halka onu diğerlerinden farklı gösteriyordu.
        Sabahın ilk saatlerinde gelmeye alışmışlardı, bende onları seyretmeye alışmıştım.Pencerenin dış mermerine döktüğüm buğday tanelerini ve ekmek kırıntılaını bir bir gagalıyorlardı. Kimi zaman ufak saldırılarılarda biri diğerini ko-
valıyor,kimi zaman yemleri sessiz sedasız paylaşıyorlardı.
          Beyaz halkalı en sakinleriydi. Boynunu çevreleyen beyaz halka onu farklı kılıyordu. Hep uzak köşeye kaçar, azla yetini gibiydi.Günler sonra paçalı olduğunu fark ettim.Sabahın o saatinde sanki onu görmek için gidiyordum pencereye. Duruşu oldukça sevimliydi. Kimi zaman göz göze gelirdik. Kafasını kaldırdığında bir şeyler hissediyor muydu bilmem , ama ben bakışlarının tutkunu olmuştum. 
           O gün gelmedi. Karnı toktur bugün ,dedim. Ertesi gün yine gelmedi. Gelip gitmiştir diye düşündüm. Üçüncü gün de gelmeyince gelenlere kızdım. Penceeyi açıp kovaladım hepsini.
           İlgi göstermediğimi, az yem döktüğümü,kendilerini seyretmediğimi anla- mışlardı galiba.
           Beşinci gün birinin gagasında beyaz halkalıyı gödüm. Cansız,boynu yana düşmüş bir halde... Pencere mermerine bırakıp gittiler.
            Bu nasıl bi duygu, bu ne denli bir sezgiydi. Bir daha gelmediler. Pencere mermerine döktüğüm yemler üç gündür öyle duruyordu.

                                                                                  R. Güneş
--------------------------------------------------------------------------------------------